Evin önünde otururdu komşular. Bazıları komri’lerde (kısa bacaklı sandalye) veya sandalyelerde. Sohbet ederler, tavla oynarlar, zarlara lanet okur, karşı tarafla dalga geçerlerdi. Geçenler oturanlara selam verir, selam alırlardı.
Gümüş kakmalı ve düz başlıklı bastonu ile Hikmet Bey, parke taşları döşeli yolda düşmemek için (hatta bir keresinde, bastonun ucu mazgala girmiş ve düşmüştü) dikkatlice yürürdü. Devamlı önene baktığı ve gözü de çok uzağı görmediği için, hatta kulakları da az işittiği için, yalnızmış gibi atardı adımlarını evine doğru, Salih Berber’in dükkanından...
Pavlos, iki kızını elinden tutmuş, ters yönde Hasköy’e doğru ilerlerdi. Küçük olan Paraskevi’nin, babasının ceketinin kollarını çekiştirerek, üç ayak üzerinde duran elmaşekeri tezgahını gösterip, ısrar etmeleri işe yaramaz, yollarına devam ederlerdi. Küçük kız, böylece umudunu başka bir zamana ertelerdi. Eleni, abla olduğunun farkında olarak, çocuksu yüzüne takındığı ciddiyetle, gelecekteki kaprisli ve zor genç kızın haberini verirdi.
Koskoca cüssesiyle Yona, camdan kafasını çıkararak misket oynayan çocuklara öyle bir “höttttt!” derdi ki, iki saniyede tüymeyene aşk olsun! Sanırım çocukların en çok korktuğu kişiydi o. Babası Avram, iki kızının sokağa çıkmasına fazlaca izin vermezdi. Özellikle Sara daha gösterişli bir genç kız olduğundan daha da bir baskı altındaydı sanki. Hele bir de Avram’ın, Soför Ahmed’in ona aşık olduğunu duyması nedene ile, bu ev hapsini daha da geçerli hale getiriyordu.
İki gün sonra Aliki’nin yeni doğan kızının vaftizi olacakken, babası hayatını kaybetti. Eşini kaybeden annesi böylece ömür boyu giyeceği, siyah elbiselere bürünmüştü. Balıklı Hastanesi’nden Baçtar Sokak’daki Aya Paraskevi Kilisesi’ne getirdiler cevizden yapılmış tabutla. Tanıdıklar son kez baktılar yüzüne... Büyük bir kalabalık toplanmıştı. Hasköy Rum Cemaati yanı sıra, Fener’den, Balat’dan, Ayvansaray’dan gelen eş-dost oradaydı. Dört kulbundan tutarak, Çıksalın Sırtları’na doğru yola koyuldular Kalaycı Bahçe Caddesi boyunca. İstisnasız, kapı önlerinde oturan zaten cemaate dahil Rumlar’ın yanısıra, müslüman, yahudiler dahil olmak üzere tüm Hasköy Halk’ı, cenaze önlerinden geçerken ayağa kalkarak, saygılarını esirgemediler. Hatta mevtayı tanıyanlar içindeki Emine Hanım, başörtüsünü kafasına geçirip kapının önüne fırlamıştı. Hem ağlıyor, hem dizlerini dövüyordu “Ahhhhhhh kunduracı Alexis!!! Sana hakkım helal olsun, çoooook iyi adamdın sen!!! Allah yattığın yeri cennet etsin, toprağın bol olsun!” diye ağlarken, herkesi de gözyaşına boğuyordu.
Avram’ın evinde ise başka sorunlar hakimdi. Kızı Sara, yavuklusu Soför Ahmed’e kaçmış, bütün aileyi utanca boğmuştu. Şimdi cemaatlerinin yüzüne nasıl bakarlardı. Binlerce yıllık zincirin bozulmasına nasıl izin verirdi. Ne yapacaktı şimdi??? Karısı kapı kapı dolaştı, herkese sordu ama haber yoktu. Ahmed’in ailesi bile nerede olduklarını bilmiyordu. Veya biliyorlardı ama söylemiyorlardı. Ahmed’in arkadaşlarına haber saldılar “Eğer Ahmed, Sara’yı geri getirip, yolunca yordamınca babası Avram’dan isterse, duvakla, düğünle vereceklerdi...”... Ertesi günü verilen bu umutla Sara eve geldi. Ancak, bir sonraki gün, Avram’ın evinde ne perdeler, ne halılar kalmıştı. Apar topar, ortadan kaybolmuştu tüm aile. Avram, ailesini de alıp, henüz 7 yıl önce yeni kurulan İsrail’e kaçarcasına göçetmekten başka çare bulamamıştı anlaşılan.
Herkes kendi derdindeyken, Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs arasındaki çekişmeler sürmekteydi. Her zamanki gibi, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Rumlar diken üstündeydi. Hiç suçları olmadığı halde, sadece Rum oldukları için, Yunanistan’da olan her türlü olumsuzluk onlara baskı ve eziyet olarak yansımaktaydı. Olgunluktan ve mantıktan uzak aşırılar, hınçlarını karşılık olarak kendi vatandaşlarından alacak kadar canileşebiliyor, insan türünün en ilkel duygularını açığa vurabiliyorlardı. Basmakalıp ve zayıf kişilikleri ve bilgisizlikleri ile, provakasyona ve her türlü yönlendirmeye açık, serseri mayın gibi ortalarda dolaşıyorlardı.
Vasil her zamanki gibi vapur iskelesine yakın bakkalını açmaya gitmişti Hasköy Çarşı’ya. O gün hiç de iyi olmayacaktı, onun ve onun gibi tüm Rumlarımız için... İlkel sürü halinde, ellerinde sopalar ve ırkçı sloganlarla, bazıları işlerine öyle geldiği, bazıları ise tüm beyinsizlikleri nedeniyle yakıp yıkmaya başladılar. Herkes ne olduğunu şaşırmıştı. Birden ortalığı kaos sarmış, Rumlara ait işaretlenen ve hatta parmakla gösterilen dükkanlar yıkılıp, yakılmaya başlanmıştı. Rizeli İlyas koşarak arkadaşı Vasil’in bakkalına gitti. Olacakları sezmiş gibi, oraya doğru ilerleyen bir kaç kişiyi engellemeye çalışıyordu “Burayı ben satınaldım!! Burası benim dükkanım!!!”... Önce duraksadılar ve sonra içlerinden bir kaç çapulcu, Rizeli İlyas’ı tanıdı ve diğerlerine işaret etti ve gittiler. İlyas da elindeki Türk Bayrağı’nı dükkanın önüne asıp, adeta nöbet tutmaktaydı. O dükkan ve bir kaçı dışında hepsi yerle bir edilmiş, talan edilmiş, yağmalanmış, yakılmış, yıkılmış, hatta içlerindeki dükkan sahipleri dövülmüş, hastanelik edilmiş veya hayatını bile kaybetmişti.
Dayım o zaman küçük bir çocuktu. Yağmadan arta kalan, sokaklara yığılmış eşyalar arasından aldığı dikiş yüksüğünü alıp eve getirmişti. Anneannem, yüksüğü dayımın elinde görmüş ve “Bu ne oğlum??? Nerden buldun bunu!!!” diye haykırmıştı. Dayım da nereden aldığını söylediğinde, yüzüne güçlü bir tokat yemiş, Anneannem “Çabuk onu aldığın yere bırak ve hemen eve gel!!” diye gürlemişti. Utanmıştı kadın oğlunun yaptığına. Nasıl olurda onun oğlu, yağmalanmış eşyalar arasından, çapulcular gibi davranıp, bir yüksüğü eve getirirdi. Dayım döndüğünde, eşşek sudan gelinceye kadar sürecek olan dayaktan da kurtulamamıştı. Çok utanmıştı Emine Hanım, çok!!! O olayları yapanlar Türk olamazdı, hatta insan bile olamazlardı. Biz insanlar bunun için yaratılmamıştık. Kim yaparsa yapsın, biz yapmamalıydık. Tüm şevkatimizle, tüm onurumuzla sahip çıkmalıydık insanlarımıza ve izin vermemeliydik çapulculara... İşte bunları düşünüyordu, oğlunu hırpalarken Emine Hanım... Tüm hıncını neredeyse o küçük çocuktan çıkarmıştı.
Tüm İstanbul bir savaş alanıydı o gün. İstanbul artık aynı şehir değildi. İstanbul derinden yaralanmış, karalanmış ve hüzünlüydü artık. Bir çok masum vatandaşımız, evlerini bırakıp, Yunanistan’a göçmek zorunda kaldılar.
Bir gün ben doğdum. Bu olaylardan çoook sonra... Ve 1997’de tam da Kardak Krizi’nin üzerinden henüz bir yıl geçmeden, Atina’yı ziyaret etmekteydim. İstanbul’dan göçen bizim Rumlarımızın kaldığı mahalle olan Paleo Faliro’da yürürken, bir hediyelik eşya dükkanı gördüm. Evlerinde misafir olarak kaldığım Alexandros’un annesinin doğumgünüydü o gün ve ona bir hediye almak istemiştim.Adama yarım yamalak Rumcamla kaç para olduğunu sordum. Adam fiyatını söylediğinde, otomatik bir refleks olarak alçak sesle “Pahalı ama!” diyebildim... Dükkan sahibi ise, beni çok şaşırtan bir yanıt verdi, hem de Türkçe olarak “Oğlum, çok pahalı değil inan! Çünkü gümüş kaplı o çerçeve!”... Kıpkırmızı oldum... “Türkçe’yi nereden biliyorsunuz?” diye saçma bir soru soruverdim kendisine. “İstanbulluyum” dedi. “Gidip, geliyor musunuz?” diye devam ettim, sanki orada muhabbet için bulunuyormuşum gibi. “Hayır oğlum. 1955 ‘den beri gitmedim” dedi... “Hala korkuyorum!”... Çok üzüldüm, kaç para ise aldım çerçeveyi. Pahalıydı ama umurumda değildi.
Çooook üzülmüştüm...
Mustafa Çavuşoğlu
06 Eylül 2010